Kullanıcı girişi
Ara
Avusturya'da Çıkan Yeni İslam Yasası ve Aleviler -5 (Makale)


☾☆ Avusturya'da Çıkan Yeni İslam Yasası ve Aleviler (Tüm Bölümler) ☾☆
AVUSTURYA’DA ÇIKACAK YENİ İSLAM YASASI VE ALEVİLER - 5
Avusturya’da Aleviliğin tanınma sürecine gelmeden önce Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren Türkiye’deki Alevilerin durumu ile ilgili kısa bir analiz yapalım.
Bektaşilik, Otman’lı (Osmanlı) devleti döneminin ilk başlarından itibaren tanınıyordu ve devletin resmi dini niteliğindeydi.
Devletin kuruluşunda Bektaşiliğin önemli harcı olduğu söylenir. Gerek kuruluşunda ve gerekse ondan sonraki 200 yıldan uzun süre Bektaşilik ile barışık bir yapı idi. Öyle ki Yeniçeri ocağının Bektaşiliğe çok yakın olduğu, her bölükte bir Bektaşi Baba’sının yer aldığı arşiv belgelerinde görülmektedir. Yeniçeri ocağının bir kolu olan Mehter(an) bölüğü marşlarında Hacı Bektaş Veli’ye bağlılık gülbankları (dua) okunuyor, bazı Yeniçeri sancaklarında Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikâr’ı çağrıştıran kılıç sembolü bulunuyordu.
Örneğin Gülbank’larda şu sözler okunuyordu.
"Allah Allah İllallah, baş üryan, göğüs kalkan, dide al kan, sine püryan; Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran; Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz, padişaha ayan; Sayılmayız parmakla, tükenmeyiz kırmakla; Üçler, Beşler, Yediler, Kırklar Nur-ű Nebi, Kerem-î Âli, Hacı Bektaş-ı Veli;’’
(Bir Yenişeri Sancağı)
Orhan Gazi, Bektaşi Babalarından Geyikli Baba’nın desteği ile Bursa’yı, Osmanlı’ya dahil etmişti. Çandarlı Kara Halil Paşa’nın katkıları ile Yeniçeri ocağı ve kısa süre sonra da Mehter(an) bölüğü oluşturulmuştu. Sultan Murat (Hüdavendigar), Bektaşilerin büyük desteği ile Balkanlara çıkmış, Bulgaristan’da Bektaşi süreği Kızıldeli Sultan Ocağına bağlı Deli Balaban Beyi (Kaynak: İsmail Hakkı Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 1943, 1. c., s. 56), Makedonya ve çevresinin fethedilmesinde, İnce Balaban Bey’in (age, 1. c., s. 69, 70,) Sofya’nın feth’inde önemli yararlılıklar göstediğine tarih sayfaları yer verirler.
Yeniçeri ocağı 1826 yılında 2. Mahmut tarafından kapatılana kadar Osmanlı’nın en önemli askeri koluydu. Farsçada "mihter" (en büyük, pek ulu) kelimesinden türeyen Mehter marşı, savaşlarda askerin moralini yükselten manevi damardı. Yeniçeri ocağı kapatılıca yasaklanan Mehter(an bölüğü, yükselen Türkçü akımlar sonucu 1908’de Enver Paşa tarafından ‘’Mehteran-ı Hakaniye’’ adıyla yeniden kurulup askeri müzeye bağlandı.
Ordu savaşa gitmeden önce, Yeniçeri ocağından bir müfreze himmet için Hacıbektaş'a gelir, Dergah’da (Pir evi) saf tutarak, Dedebaba’dan "Mü’miniz Kalű-Beli’den beri... Hakkın Birliğine eyledik ikrar... Bu yolda vermişiz seri... Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar... La Yezal mestaneleriz... Nur-ı ilahide pervaneleriz... Sayılmayız parmak ile tükenmeyiz kırmak ile... 12 imam Pir-i tarikat cümlesine dedik beli... Üçler, beşler, yediler... Nur-ı Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz üstadımız Hünkar Hacı Bektaş Veli... Demine devranına Hü diyelim Hü!" duasını alırdı.
Osmanlı devleti manevi olarak Ehli Beyt’e bağlı olan Bektaşilik (Alevilik) ile barışıktı. Bu barışıklığı süreç içinde olumsuz etkileyen 3 önemli kırılma yaşandı.
1. Yıldırım Beyazit ile Timur arasında yaşanan 1402 Haymana (Ankara) savaşı. Her ikisi de Türk ve Ehli Beyt’e bağlı olan bu Sultanların savaşı, tarihte Ehli Beyt taraftarlarının büyük hatasıdır. Savaşta Yıldırım esir düşmüş ve Osmanlı’da büyük kaosa sebep olan ‘’Fetret devri’’ yaşanmıştır. Dünya’nın en büyük devletini kuran Timur’un ölümünden sonra ise Timur İmparatorluğu dağılmış ve tarih sahnesinden silinmiştir.
2. İstanbul’un 1453’de Fatih tarafından alınması ile devlet, İmparatorluğa dönüşmüş, bu durum büyük değişime sebep olmuştur. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa idam edilmiş, neredeyse Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren Sadrazamlık görevi sürdüren Çandarlı ailesinin deneyimlerine son verilmiştir. Bu sosyal ve ahlaki olarak büyük bir kırılmadır. Devlet-i aliyye (büyük devlet) için Sultan’a yasa ile kardeş ve çocuklarını öldürme yetkisi verilmesi, saray ile halk arasına mesafenin girmesi sonucu devlet giderek halka yabancılaşmıştır.
3. Her ikisi de Türk ve Ehli Beyt yandaşı devletlerin başında olan Yavuz Selim ile Şah İsmail arasında 1514’de yaşanan Çaldıran savaşı sonrası, Yavuz devletin tüm sosyal ve tabii dokuları ile oynamış, 1516’da Memlük Devletini ortadan kaldırarak Halifeliği Osmanlı’ya getirmiştir. Devlet bu karar ile İmparatorluk’tan dünya devleti (bir nevi Roma) olma yoluna gitmiştir. Bu sayede devletin yapısında ciddi değişikliğe gidilmiş, 2 bin kadar Sünni Arap Ulema getirilerek adeta Osmanlı’nın başına çuval geçirmiştir. Bu Ulema’ların fetvaları yüzünden Osmanlı giderek bilim ve gelişimden uzaklaşmış, kendi çöküşüne meydan vermiştir. Üstelik Çaldıran savaşı sonrası Türk(men) Alevi toplulukları Şeyhülislam fetvaları ile hedef alınarak yüzyıllarca katliamlara uğratılmış, Alevi / Sünni ayrımı ile devleti besleyen halk ikiye bölünmüştü.
Ayrıca Hilafetin Osmanlı’ya gelmesi, o güne kadar Hilafeti kendinde tutan Arapların tepkisini çekmiş, Osmanlı’ya kin duymalarına sebep olmuştu.
Osmanlı her ne kadar Araplara dönüp, ‘’Halifeliği Osmanlı’ya getirmekle sizin ideolojinizin, sizin dini anlayışınızın daha geniş coğrafyaya egemen olmasına fırsat verdik, bizi desdekleyin’’ demiş ise de Araplar buna yanaşmamış, Osmanlı’nın zayıf zamanını beklemişlerdir. Arap coğrafyası, Osmanlı için sürekli kambur (yük) olmuş, 1. Dünya Savaşı’nda Araplar, İslam Halifesi’nin yönettiği Osmanlı’nın yanında değil, ‘’Cihad’’çağrıları ve fetvaları yayınlayarak İngilizlerin yanında yer almışlardır.
Batı ile İslami cemaatlerin yakınlığı özellikle İngilizler tarafından desdeklenmiş, pek çok İslami cemaat, sürekli batının çıkarlarının yanında yer almıştır. İngilizlerin desdekleyip Hicaz’da iktidar ettiği Vahabi anlayışı ile Nakşibendiliğin pek çok kolu adete yönünü Kâbe’ye değil, Londra ve ABD’ye çevirmiştir. Batılı emperyalist ülkeleri müslümanlara şirin göstermek, onları desteklemek için akla hayale gelmeyen yalanlar bu tip tarikatlar eli ile yüzyıllardır uyduruldu ve halen de kullanılıyor.
Örneğin: İngiliz prensi veliaht Charles’in sünnetli ve gizli müslüman olduğu, İngilizlerin, batının tepkisini çekmemek için müslüman olduklarını sakladıkları, ama asıl amaçlarının bütün dünyayı müslüman yapmak istedikleri palavraları söyleniyor. Erdoğan’ın gizli kasası olduğu iddia edilen iş adamı Remzi Gür'ün, NakşiŞeyhlerinden Nazım Kıbrısi ile yaptıkları bir konuşma bandı internette yayınlandı. Henüz Ergenekon davası başlamadan önce bu davanın başlayacağını ve kimlerin hedef tahtasında olduğunu Remzi Gür birer birer Şeyh Kıbrısi’ye anlatıyor ve bu bilgilerin batılılar tarafından verildiğini, Şeyh olarak onunda fetvalar ile bu davaya destek olmasını istiyor. Anlaşılıyor ki batılı kimi çıkar çevreleri ile bazı tarikat Şeyhleri çok iyi anlaşıyorlar.
Cami- cemaat ve siyaset ilişkisinin iç içe geçmesi ile,’’Kombassan, Yimpaş, Yibitaş, Sayha Holding, Kaldera Holding, Jet-Pa, Endüstri Holding..’’. gibi İslami patentli holdingler, Avrupa’da‚ Türk işçilerini soyup soğana çevirdiler. Ardından da Deniz Feneri skandalı çıktı ve Almanya açtığı bu davaya ’’Yüzyılın en nitelikli soygunu’’ adını vererek yargıladı. Suç ortaklarının Türkiye’de oldukları ve yargılamaları için Türkiye’ye defalarda isimler verildiği halde hükümet davacıları değil, siyasi baskı ile iddianame açan savcıları cezalandırdı. Bütün bunlar siyaset, din ve sermaya üçgeninin batı ile genelde örtüşen, bazen de çelişen ilginç ilişkilerinin dışa yansımasıdır.
Türkiye’nin insan hakları karnesi giderek kötüleşiyorsa, Soma örneğinde görüldüğü gibi işçiler, kölelerin yaşam standardlarının daha altında çalışmaya mecbur bırakılmışlarsa, soygun ve rant düzeni tavan yapmışsa, her türlü belden aşağı söz ve uygulamaların segilendiği ’’Hükümet- Cemaat’’ kavgasında din adamları suskunsa bunun altında tarihten gelen derin çelişkiler vardır.
Bugün tanık olduklarımız bir sonuçtur. Ancak bu sonuca neden olan da sebeplerdir. Sebeplerden en önemlisi de Yavuz- Şah İsmail arasında yaşanan Çaldıran savaşı ve hemen ardından getirilen Hilafettir. Ancak ne acıdır ki hem Araplar, Hilafet kendilerinden gittiği için Türklere ve dolayısı ile Hilafete, hem de Osmanlı içindeki çeşitli dinamikler kendi çıkarlarına uymadığı için Hilafete düşmandır.
Yavuz ile birlikte Osmanlı Padişahları aynı zamanda Halife oldukları için, her yeni Padişah aynı zamanda yeni bir Halifedir. Osmanlı tarihi içinde çocuk yaşta tahta geçen padişahlar da (dolayısı ile Halifeler) vardır.
Gelin şu tarihlere beraber bir göz atalım:
· Sultan Kanuni Süleyman, 1522’de amcası Cem Sultan’ın oğlu ve torunlarını, 1553’de oğulları Şehzade Mustafa ile Beyazıt’ı ve onun çocuklarını boğdurttu.
· Sultan III. Murat, 1574’de 5 kardeşini boğdurttu,,
· Sultan I. Deli Mustafa, 1618’de geri zekalı olduğu için, yeğeni II. Osman lehine tahttan indirildi, Osman 1622’de öldürülünce yeniden tahta getirildi ve 1623’de tekrar geri zekalı olduğu ileri sürülerek yeniden tahttan indirildi, ölene kadar da İstanbul’da hapsedildi.
· Sultan II. Osman, 1621’de kardeşi Şehzade Mehmet’i boğdurttu, 1622’de henüz 18 yaşında iken Yeniçeriler tarafından idam edildi.
· Sultan I. İbrahim, 1648’de Şeyhülislam tarafından yapılan darbe ile tahttan indirildi, Sadrazam MevlevîSofu Mehmed Paşa tarafından boğduruldu,
· Sultan IV. Mehmet 1648’de tahta çıktığında henüz 7 yaşındadır. 1687’de zorla tahttan indirildi.
· Sultan II. Mustafa, 1703’te, Edirne Vakası olarak anılan yeniçeri ayaklanması ile tahttan indirildi.
· Sultan III. Ahmed, 1730’da, Patrona Halil isimli dinci ayaklanma sonucu tahttan indirildi;
· Sultan III. Selim, 1807’de Kabakçı Mustafa önderliğinde yeniçeri isyanıyla tahttan indirildi; 1808'de Sultan IV. Mustafa’nın emriyle öldürüldü.
· Sultan IV. Mustafa, 28 Temmuz 1808’de Alemdar Mustafa Paşa önderliğinde ayaklanma ile tahttanindirildi; 17 Kasım 1808'de Sultan II. Mahmud’un emriyle idam edildi.
·Sultan II Mahmud, 1826’da adına ‘’Vakai Hayriye’’ denilen olay ile devletin kurucuun surları olan Ahi ve Bektaşi dergahlarını,
Yeniçeri ocağını kapattı, Binlerce Bektaşi Baba’sını öldürttü.
· Sultan Abdülaziz, 1876’da zorla tahttan indirildi ve birkaç gün sonra faili meçhul şekilde ölü bulundu.
· Sultan V. Deli Murad, geri zekalı olduğu iddiası ile tahta çıktıktan birkaç ay sonra indirildi.
· Sultan II. Abdülhamid, 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) sonrasında tahttan indirildi ve Selanik’e sürgün edildi, 1912’de döndüğü İstanbul’da, Beylerbeyi Sarayı’nda göz hapsinde öldü.
· Sultan V. Mehmed Reşad, (1918) onun döneminde Osmanlı en büyük toprak kaybını yaşadı.
· Sultan VI. Mehmed Vahdettin, Atatürk’e karşı işgal ordularının yanında yer aldı ve 1922’deİstanbul’dan kaçtı, İtalya'da sürgünde öldü.
Yukarıda ki tablonun içler acısı haline bakınız. Bu Sultan’lar aynı zamanda Halife de olduklarına göre bir de o gözle bakalım. Başbakan Davutoğlu’nun ‘’Stratejik Derinlik’’ adı ile kitap yazdığı ve adına ‘’Yeni Osmanlıcılık’’ diyerek hayran olduğu bu düzeni biraz daha irdeleyelim.
· Çocuk yaşta Halife olanlar,
· Deli olduğu halde Halife yapılanlar ve tekrar deliliği yüzünden Hilafetten alınanlar,
· Şeyhülislam darbesi ile Hilafetine son verilenler,
· Öldürülen, sürülen, sürgünde veya göz hapsinde ölen Halifeler,
· Dinci ayaklanma ile görevden alınan Halifeler. Başka bir deyimle ‘’Şeriat rejiminden ve Şeriat ehlinden daha fazla Şeriat isteme’’ adına, onun başında olan temsilciyi öldürmeler.
· Yabancılara (gayri Müslim’lere) sığınan Halifeler,
· Devletin kurucu unsuru olan ocakları kapatan Halifeler,
· Ve kardeşlerini, amcalarını, yeğenlerini, hatta çocuklarını bile öldürten Halifeler,
· Babadan oğula geçen Halifelik... vs...vs..
Düşünün ki 1. Dünya savaşında Arap Şerifleri, İslam Halifelerine karşı ‘’Cihad’’ ilan ediyor ve basit çıkarlar için İngiliz işgalcilerinin safında yer alıyorlardı. Bunların yanına saray entrikalarını, haremlerini, cehaletlerini, bilim düşmanı olmalarını da eklersek Halifelerin durumu daha da içler acısı hal alır.
Bütün bunların sebebi Yavuz’un, Osmanlı’nına başına geçirdiği o çuvaldır. Yani Hilafetin getirilişidir. Zaten o da Babası Sultan II. Beyazit’i, ağabeyleri Korkut ile Ahmed’i ve 3 yeğenini katlederek Padişah olmuş, bu mantıkla da Araplara özgü İslam anlayışına uygun olan Hilafeti getirmişti.
Hilafet ile birlikte bilim, aydınlanma ve gelişim terk edilmiş, Avrupa Rönesas yaşarken Osmanlı ‘’Gavur icadı’’ diyerek teknolojik gelişmelere kapısını kapatmış, bu sayede kendi sonunu hazırlamıştır.
Bir kıyaslama yapmak gerekirse Fatih’in İstanbul’u zapt ettiği 1453’lü yıllarda bilim ve teknoloji Osmanlı da bilim ve teknolojiden yararlanan akıl egemendir. O zamanın en etkili ateşli silahı olan toplar genelde Edirne’de dökülmektedir. Osmanlı bu topları İstanbul’a 200 km mesafede olan Edirne’den taşımak yerine, döküm ustalarını getirir ve topları İstanbul’da döktürür. Topların büyük emek verilerek getirilmesi yerine zahmet ve masrafdan kurtulmuştur.
1516’da Hilafetin getirilmesinden sonra din adamlarının her kafadan bir ses çıkaran görüşlerine itibar edilerek bilim terk edilmiş, teknolojide yenilenme yarışında zamanla Osmanlı geri kalmıştır. 1683’de ki 2. Viyana kuşatmasında toplar yakın yerde dökülmek yerine katırlarla binlerce km. çekilerek Viyana’ya götürülmüştür. Bu şekilde yapılan hesapların sonuçlarını da tarih, tecrübesi ile insanoğluna öğretiyor.
Hilafet sadece Osmanlı’nın idari yapısına büyük darbe vurmakla kalmamış, verdiği fetvalar ve uygulamalarla da vatandaşlarının arasında yüzyıllarca süren büyük kutuplaşmaya da sebep olmuş, akıl almaz iftiralarla hedef alınan Alevi kitlelere sayısız katliamlar uygulanmış, bu kesim yaşamın nimetlerinden yararlanmak ve kendini yenilemek yerine yok olmamak için dağlarda yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Özellikle Zenbilli Ali Efendi, İbni Kemal, Ebu Suud Efendi isimli Şeyhülislamlar tarafından ’’Alevinin kestiği yenmez, mum söndürüyor, ana- bacı tanımaz, katli vacip, her kim 70 Alevi öldürürse cennete gider, malı ve avradı helaldir, …’’ gibi fetvalarla Osmanlı’nın kuruluş felsefesine aykırı bir yapılanma egemen oldu.
O devlet ki kuruluşunda Şeyh Edebali’nin, eniştesi Orhan beye sözlediği‚ ’’Ey oğul, kızmak bize, gönül almak sana. Saltanatınla mağrur olma. Unutma ki, dünya Sultan Süleyman’a bile kalmadı. Hak yolundan ayrılma. Adaletle hükmet. Gazileri ve halkı gözet. Fakirleri doyur, zalimleri cezalandırmada ihmalkar olma. En kötü adalet geç gelen adalettir....” sözlerinin harcı vardı.
Tarih kitapları Osmanlı devletinin büyümesinin sona erip duraksama devrine geçişini Kanuni’nin ölüm yılı 1576, veya eniştesi Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın öldürüldüğü 1579 yılını verirler. Hilafet ise 1516’da getirildiğine göre aradan yaklaşık 50 yıl geçmiştir. Bu süre içinde devlet rotasından çıkmış yükselme devri duraksamaya dönüşmüştür. Çok geçmeden de Celali isyanlarının çıkmasına sebep olan ağır vergi, yoksulluk ve adaletsizliklerle gerileme dönemine girilmiştir.
Bu değişimin sebebi kimi çevreler tarafından 100 Türk büyüğünden biri sayılan Yavuz’dur ve saltanatı boyunca savaştığı kesim sürekli Türk kavimleridir. Alevilerin nefret etmesine rağmen bu kişinin isminin İstanbul’da bir büyük köprüye verilmesinde sakınca görülmemiştir.
İşte Aleviler Osmanlı’da böyle bir atmosferde ve devletin elinin kavuşmadığı coğrafyada yaşıyorlardı.
Hilafet, Osmanlı’ya geçtiği için bunu içine sindirmeyen Araplar içinde, etkin olmasa da Afrika’da yer yer başka Halifeler de çıkmıştı. Bütün bu çelişkiler Sünni Müslümanların kendi aralarında uzlaşmaz çelişkilere dönüştüğünden Hilafet ku kesime de hiç bir fayda sağlamamıştır,
Bu saçmalıkların, gerilimin, çelişkilerin temeli çok eskilere dayanmaktadır. İslam dininin peygamberi 632’de vefat ettiğinde cenazesi yaz mevsimi olmasına rağmen 2 gün ortada kaldı. Kimse cenazeyi kaldırmaya gitmiyor, herkes yeni bir Halife belirleme ve o Halife’den bir makam kapma çabasındaydı.
Neyse ki Hz. Ali, 2 gün bekledikten sonra toplam 16 (veya 17) kişi ile birlikte cenazeyi kaldırdı. İslam coğrafyasının en büyük kırılma olayı budur. En büyük yara o zaman alındı. Halife olmak isteyenlerin hırsı ile İslam’ın bütün değerleri çiğnendi. Bir sevgi dini olan İslam, o gün bugündür, güzelliklerin, adaletin, paylaşımın, sevginin çekim merkezi değil, akla ziyan uygulamaların sergilendiği bir arenadır.
Bundan dolayıdır ki Halifelerin yarısından fazlası yatağında ölmemiştir. Halifelerin neredeyse tamamının elleri kanlı, kalpleri mühürlüdür. İktidarlarını zulm ve adaletsizlik üzerine kurdukları için, çevrelerinde İslama sadık insanlar değil, çıkar gözetenler yer almıştır. Onlar da fırsatını yakaladıkları an, eski Halifeleri kanlı şekilde devirmiş, kendi saltanatını kurmuşlardır. Emevi, Abbasi, Memlük ve Osmanlı tarihi bunun sayısız hazin örnekleri ile doludur.
Bugün İslami olarak kendini ifade eden cemaatlerin çoğu bu tarih ile hesaplaşmaya yanaşmamış, bu mirasın devamı, savunucusu ve uygulayıcılarıdırlar. Bundan dolayıdır ki cemaatlerin çoğu İslamın güzelliğini değil, çıkarı esas alırlar. Şiddet geleneği geçmiş tarihlerinde etkin olduğundan şiddet ile aralarında mesafe koymaya yanaşmazlar.
Türkiye’de bugün İslami cemaatlerin çoğu aynı zamanda birer ekonomik holdingdirler. Kul hakkını gözetmeyi akıllarına bile getirmezler, Tasavvufu, paylaşımı, adaleti değil sürekli dünyevi çıkarlarının peşinden giderler.
Alevilerin de bu ülkede vatandaş olduğunu, askerlik yaptığını, vergi ödediğini ve paylaşımın adil olması gerektiğini hiç gündemlerine almazlar.
Tanıdığım yüzlerce kişi birebir konuşmalarda ‚’’elbette Alevilerde bizim kardeşlerimizdir, bize tanınan hak onlara da tanınmalıdır’’ derler ama bunu aleni olarak söylemezler. Bozuk düzenin temel taşlarının yerinden oynamasına razı olmazlar.
Türkiye’de bu kadar haksızlık varken bunu hiç dillendirmezler. Örneğin ‚’’Nedir bu Cemaat – Hükümet kavgasında yapılan ve söylenenler, bunlar İslam’a yakışmıyor’’ demez, güçlü kim ise onun yanında yer alırlar.
(devam edecek)
Kazım Balaban
7. 1. 2015 / Viyana
☾☆ Avusturya'da Çıkan Yeni İslam Yasası ve Aleviler (Tüm Bölümler) ☾☆
☾☆ BİZE GÖNDERİN PAYLAŞALIM: etkinlik@tdtkb.org ☾☆
_______________________________________________________